Allah Gökte mi?

Allah Gökte mi?

Allah Gökte mi?

Allah'ın ipinden ayrılan ve kitâbı Kur'ân'a keyiflerine göre manalar veren Mezhepsiz Vehhabi-Selefilerin dillerine doladıkları tekerlemelerden biri de, Allah Teâlâ’nın gökte oturduğudur(!) -Hâşâ ve kellâ-

Şüphesiz bu düşüncelerini, İslam'daki ilk sapık fırkalardan ikisi olan Müşebbîhe (Allah'ı yarattıklarına benzetenler) ve Mücessîme (Allah'ın bir cisim olduğunu söyleyenler)'den almışlardır.

Aynı zamanda bu inanışlarının, Hristiyanların, "Allah gökte oturmuş ve yanında İsa'ya da yer açmıştır" inanışıyla aynı paralelde olması da bir tesadüf değildir!

Seleficiler, bid'at ehli oldukları ve Ehli Sünnet caddesini terk ettikleri için Kur'an-ı Kerim'i anlayamazlar!

Hüccet-ül İslam İmam-ı Gazâlî hazretleri şöyle buyurur:

“Üç kimse, Kur’ân-ı kerimin mânâsını anlayamaz:

  1. Tefsir ilmini bilmeyen,
  2. Fâsık,
  3. Bid'at ehli.” (Tuhfet-üs-sâlikin)

Resulullah (aleyhisselatü vesselam) ve ashabının yolunu terk edip şahsi hevâlarına tâbi olan bu adamların, bâtıl görüşlerine delil olarak aldıkları ayetlerden birisi şudur:

"Rahmân, Arş'a istivâ etmiştir." (Tâhâ 5)

Öncelikle bilinmesi gereken, Kur'an'da geçen bu ve benzeri "Yed", "Vech" ve "İstiva" gibi kelimelerin içinde bulunduğu ayetlere, müteşâbih ayetler denilir.

Kalpleri arızalı olan kimseler, devamlı surette bu gibi ayetleri bahis konusu yapıp fitne çıkarmak ve Allah'ı, yarattığı mahlûkata benzetmek gayretindedirler.

Allah Teâla hazretleri, Kitâbında, bu hasta gönüllüleri şöyle tarif eder;

“Sana kitabı indiren O'dur. Onun (Kur'an) bir kısım âyetleri muhkemdir ki bunlar kitabın esasıdır; diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te'vil etmek için, ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun te'vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: 'Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.' (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmran 7)

Ne yazık ki Vehhâbîler, deyimi ve mecaz ifadeleri bilmedikleri için, hasta kalplerinin de tazyikiyle böyle büyük yanlışlıklara düşüyorlar.

Mecaza örnek olarak, Kur’ân-ı Kerim'de "Ves'elil karyete..." - "Şehire sor!" deniyor. Ama şehir canlı değildir, şehirle konuşulmaz ki? Şu halde buradaki "şehire sor" emri bir mecazdır. Yani, "Şehirdeki insanlara sor!" demektir.

Mecazı başka bir örnekle açıklayalım;

'Kitapları taşırken kolum koptu.' deyimi, yine mecazi bir deyimdir.

Ama bu deyimi kullanan kişinin kolu kopmuş değildir. Ancak ne kadar çok yorulduğunu bir mecazla ifade etmek için böyle söylemiştir.

Yine dilimizde, 'İsmail benim gözümden düştü' diye bir cümle kullanırız. Birisi hakkında bu cümleyi kurduğumuzda, o kişi ne anlar? 'Bu adamın yanında itibarım çok zayıf' der.

Peki, mecazı bilmeyen bir Vehhabi ne düşünür?

'İsmail onun gözünün üstünde oturuyordu, sonra bir anda yere düşüverdi(!)' Olur mu?

Görüldüğü gibi, Vehhabiler bu gibi bilgilerden kopuk oldukları için, Allah'a, yerde, gökte veya Arş’ta oturmuş diyorlar. (Hâşâ)

Bir zaman, bu Selefilerin Abdülaziz bin Baz denilen imamlarından biri, bir televizyon kanalına çıkmış, te'vili inkâr ediyor ve 'Kitapta ne yazıyorsa öyle inanır ve öyle deriz' diyordu.

Derken, yayına telefonla bağlanan bir Ehli sünnet âlimi, Bin Baz'a şu soruyu yöneltti;

- "Allah Teala Kur'an'da, "Bu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür; üstelik daha da yolunu şaşırmıştır." buyuruyor. (İsrâ 72)

Abdülaziz bey de Allah vergisi, gözleri görmeyen bir âmâdır. Te'vile karşı olduğundan dolayı, bu ayeti olduğu gibi kabul ederse, cennete girse bile ebediyyen kör olarak kalacağını kabul ediyor mu?"

Vehhabilerin imamı, bu penaltı vuruşu karşısında hiçbir cevap verememiş; lakin hakikati kabul ve itiraf etmek yerine susmayı tercih etmiştir...

Şimdi bir başka müteşabih ayet ile konuyu derinleştirelim;

“O Allah, göklerde ve yerdedir. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazandıklarınızı da bilir.” (En’am 3)

Şimdi, 'Allah gökte oturuyor(!)' diyen inkârcılar, bu ayeti okuyunca da 'yerde oturuyor' mu diyecekler?

Hâlbuki “O Allah, göklerde ve yerdedir...” âyet-i kerimesini müfessirler, 'Göklerde ve yerde ibadete lâyık olan, yalnız O Allah’tır.' şeklinde açıklıyorlar.

İşin daha tehlikeli boyutu, bu gibi müteşabih ayetlere sarılıp Allah'ı yarattıklarına benzetenler, bu akideyle, şu gibi muhkem (açık anlamlı) ayetleri de inkâr etmiş oluyorlar;

“Leyse ke mislihî şey’un.”

"...O’nun benzeri hiçbir şey yoktur..." (Şûrâ 11)

Şimdi, Yaratıcısı olan Allah'a, mahlûkata ait olan el, yüz, oturma, kalkma, gelme, gitme gibi işleri layık görenler, bu muhkem ayetin hükmünü inkâr etmiş olmuyorlar mı?

Yine bir başka örnekte Rab Teâlâ buyuruyor ki:

"Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tespih ederler, O’na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azâbından koru.” (Mü'min 7)

Bu ayette, 'hamele-i arş' yani arşı taşıyanlardan bahsedilmektedir. Bunların da melekler olduğu bildirilmektedir.

Şimdi bu reformist İbni Teymiyye’nin talebeleri, İngiliz tasmalı Vehhabi-Selefilere göre, Allah arşta oturuyor(!)

Bu ayete göre de arşı melekler taşıyor. O halde, melekler arşı ve üzerindeki Allah’ı mı taşıyorlar yani? (Haşâ ve kellâ)

CARİYE HADİSİ İTİRAZI

İlmî silsileden yoksun ve başına buyruk hareket eden bu mezhepsizlerin, Allah'a mekân isnad etmeyle alakalı öne sürdükleri -sözde- başka bir delil de cariye hadisidir:

Muâviye İbnu'l-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip:

"Bir cariyem var, çoban olarak çalıştırıyor, koyunlarımı otlatıyordum. Yakınlarda bir koyunumu yitirdi. 'Ne oldu?' diye sorunca, kurt kaptı dedi. Koyunun kaybolmasına üzüldüm. İnsanlığım icabı câriyenin suratına bir tokat vurdum. Bu davranışımın kefareti olarak bir köle azad etmeyi adadım. Onu âzad edebilir miyim?" diye sordum. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cariyeye:

'Allah nerede?' diye sordu O:

'Göktedir.' deyince,

'Pekâlâ ben kimim?' dedi. Cariye:

'Sen Allah'ın Resûlüsün.' cevabını verince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana yönelerek:

'Bunu âzad et, zira mü'minedir.' buyurdu."

(Müslim, Mesâcid 33, (537); Muvatta, Itk 8, (2, 776); Nesâî, Sehv 20 (3,18); Ebu Dâvud, Eymân 19 (3282)

Hadisin açıklaması: Sahabinin, câriyeyi, Müslüman olmasını şart kılan bazı kefâret borçlarına karşılık âzad etmesi gerekmektedir. Bu sebeple câriyenin Müslüman olup olmadığının tesbiti gerekmektedir. Bu maksadla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, câriyenin Müslüman olup olmadığını öğrenmek için bazı sualler sorduğunu görmekteyiz. Sorulan suallere alınan cevapların sonunda câriyenin mü'mine olduğuna hükmediliyor. Bir kimsenin îmanına hükmetmede ölçü olması sebebiyle, bu sorular ve bilhassa alınan cevaplar son derece ehemmiyetlidir. Bu meselede Resûlullah'ın teferruâta hiç inmeyip, çok kaba hatlar üzerinde durduğunu görmekteyiz.

Hattâbî, Mâlik de şu açıklamayı yapar:

"Resûlullah'ın: "Onu âzad et, çünkü o mü'minedir." sözü şayân-ı dikkattir, zira Efendimize (aleyhisselatü vesselam) câriyeden, onun imanına işaret anlamında, suallerine aldığı cevaplardan başka hiçbir şey açıkça belli olmamıştır. Resûlullah: "Allah nerede?" demiş; o: "Gökte!" diye cevap vermiştir, keza: "Ben kimim?" diye sormuş, "Resûlullah'sın!" diye cevaplamıştır. Bu sualler imanın emarelerine ve varlığına bir işarettir. İmanın aslına ve hakikatına bakan bir yönü yoktur. Söz gelimi bize bir kâfir gelip küfürden İslâm'a geçmek istese, bu esnada O, imanı, bu câriyenin söyledikleri miktarınca açıklasa, bu kadarıyla Müslüman olamaz. Müslüman olması için Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehadette bulunması ve daha önce yaşamakta olduğu dininden de uzaklaştığını söylemesi gerekir. Bu durum şuna benzer:

Bir evde bir kadınla bir erkek beraber görülür. Erkeğe: "Bu kadın da kim?" denince: "Karımdır." der, kadın da onu doğrularsa, bize de onları tasdik etmek düşer. Artık durumlarını karıştırmaz, nikâh için gerekli olan şartları araştırmayız. Ancak bu ikisi bize yabancı iki kişi olarak gelip, aralarında nikâhlanmak isteseler o vakit biz onlardan, evlenme akdi için gerekli olan ve velilerinin getirilmesi, şahidlerin hazırlanması, mehrin beyânı gibi şartları talep ederiz.

İşte kâfir de böyledir, kendisine İslâm arz edilince "Ben Müslümanım" demesi ile iktifa edilmez, imanı kemâliyle ve şartlarıyla tavsif etmesi istenir. Öyleyse iman ve küfür yönüyle halini bilmediğimiz birisi bize gelerek: "Ben Müslümanım" diyecek olsa onu, dediği şekilde kabul ederiz. Aynı şekilde üzerinde kılık kıyafet, görünüş vesairesiyle Müslümanların özelliklerini gördüğümüz birisi için de Müslüman olduğuna hükmeder, Müslüman olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar öyle bilmeye devam ederiz.

Bu hadis ile ilgili olarak İmam Nevevî de şu açıklamayı yapar:

"Bu, sıfat hadislerindendir. Bu hadisler hakkında iki görüş vardır:

  1. Manâsına hiç girmeden -Allah'ın hiçbir benzeri olmadığına, O'nun mahlukâta ait özelliklerden münezzeh olduğuna itikad ile birlikte îman etmek.
  2. Hadîse, olduğu gibi değil, (iman esaslarına) uygun şekilde te'vil ederek iman etmek. Kim bu şekilde söylerse konumuzla ilgili hadis hakkında şunu demiş olur: "Bundan maksat câriyeyi imtihandır. Bu câriye tevhid akidesinde midir, yaratıcı, tedbir edici olan tek bir Allah'a olan inancı kabul ediyor mu? Bu ilah, duâ eden kimsenin, semâya yöneldiği zaman müracaat ettiği ilah mıdır? Bu yöneliş, O'nun için namaz kılan kimsenin de Ka'beye yönelmesi gibi midir? Aslında bu yöneliş, O'nun semâda olmasından ileri gelmez, aynen Ka'be cihetine yönelmesi de Allah'ın o yönde bulunmasından ileri gelmediği gibi. Böyle yapılması, göğün duâ edenlerin kıblesi olmasındandır, tıpkı Kâbe’nin de namaz kılanların kıblesi olması gibi."

Sindî'nin kaydettiği te'vil ise şöyledir: "Allah nerede?"nin ma'nâsı hakkında âlimler şöyle demiştir: "Allah'a yönelenler hangi yöne yönelirler?"

Semâ'da sözü de şu ma'nâyı ifade eder: "(Allah'a yönelenler) semâ cihetine yönelirler."

Bu sorudan maksad, câriye'nin Allah'ın varlığını kabul etmesidir, Allah hakkında bir mekân veya yerin varlığını isbat etmek değildir." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, IX/11-12)

Yer ve mekân anlamında “Nerede?” sorusu, mekân tutan varlıklar için sorulabilir. Bunlar da maddî varlıklardır. Mekân madde olduğu gibi onda yer tutanlar da maddedirler. Mekânı ve maddeyi yaratan ve bir ismi Nur olan Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Kaldı ki, mahlûklar içinde bile, mekânla kayıtlı olmayanlar vardır. Bunun en yakın misali kendi ruhumuzdur. Organlarımızın yerleri, mekânları vardır. Bunun içindir ki, “Ciğer nerededir?” yahut “Böbrek nerededir?” gibi sorular sorulabilir. Fakat ruh ve onun latifeleri, duyguları hakkında bu tip sorular sorulamaz. Mesela, “Ruh nerededir, akıl nerede oturur, sevginin, korkunun, hafızanın mekânları nerelerdir?” şeklinde sorular soramıyoruz. İnsan, maddî olan ve mekânla bağlı bulunan bedenini ölçü almak yerine, mekândan bir derece bağımsız olan, ruhlar alemini, melekleri ve tabiatta icra edilen kanunları düşünse böyle bir soruya yer kalmayacaktır.

İMAM-I AZAM EBU HANİFE'YE BİLE İFTİRA EDEBİLİYORLAR!

Bu sahtekârlar, istiva konusunda İmam-ı Azam’a bile iftira atmaktan da çekinmiyorlar. Onların yazdığı şey şu:

SÖZDE DELİL: “Ebû Hanîfe’ye: Ben Rabbim semâda mıdır yahut yerde midir bilmiyorum, diyen kimsenin durumu hakkında soru sordum, O: ‘Bu kişi kâfir olur, çünkü Yüce Allah: “Rahmân Arşa istivâ etmiştir” buyuruyor. Onun Arşı ise semâlarının üstündedir’ dedi. Ben: Böyle bir kimse ‘Onun Arşa istivâ ettiğini kabul ediyorum, fakat Arş semâda mıdır yoksa yerde midir bilmiyorum’ diyorsa hükmü ne olur? dedim. Şu cevabı verdi: ‘Onun semâda olduğunu inkâr edecek olursa kâfir olur.” (Fıkhu’l-Ebsât)

GERÇEKTE OLAN İSE ŞÖYLE:

Ebû Hanife (rahimehullah) şöyle dedi:

“Bilmiyorum, Rabbim semada mı yoksa arzda mıdır?” diyen kimse kâfir olur. Keza ‘Allah arş üzerindedir’ diyen de, ‘Bilmiyorum, arş semada mı yoksa arzda mıdır?’ diyen de böyledir.” (Fıkhu’l-Ebsât)

İmam-ı Azam’a iftira ederken bile, kendi eserinden tahrifat yaparak alıntı yapıyorlarsa, bu inkârcı zındıkların halini anlayın artık...

Yine müçtehidlerin babası Ebû Hanife'nin (rahimehullah) konu hakkındaki bir başka görüşü şöyledir:

"Allah'ü Teâla arşa istiva etmiş, ama ihtiyacı olmadan ve onu mekân kılmadan! O arş ve arşın dışında kalan her şeyi ihtiyacı olmadan korur. Eğer mahlûklar gibi Allah da ona muhtaç olsaydı, âlemi yaratmaya gücü yetmezdi. Eğer arşta OTURMAYA veya KARAR KILMAYA (MEKÂN EDİNMEYE) ihtiyacı olsaydı o zaman ARŞI YARATMADAN EVVEL NEREDEYDİ? Allah Teâla, bütün bu noksanlıklardan münezzehtir." (El-Vasiyye (yazılı eser), s.2)

İMAM-I MALİK (rahimehullah) BİD'AT EHLİNİ MECLİSİNDEN KOVDU!

“Bir adam Mâlik’e gelerek: Ey Abdullah’ın babası, Rahmân Arşa istivâ etti, nasıl istivâ etti diye sordu. (Ravi) dedi ki: Ben Mâlik’in bu söze kızdığı kadar bir şeye kızdığını görmedim. Onu bir ter bastı. Etrafında bulunanlar başlarını öne eğdi. Sonra Mâlik’in kederi, üzüntüsü geçti ve şunları söyledi: "Keyfiyet akıl ile kavranılamaz. Onun istivâsı bilinmeyen bir şey değildir. Ona iman etmek vacibtir, ona dair soru sormak bir bid’attir. Ben senin sapık birisi olduğundan korkuyorum."

Sonra verdiği emir üzerine, o kişi dışarı atıldı.” (ed-Dârimî, er-Redd ale’l-Cehmiyye)

İmam-ı Malik Allah’ın arşı istiva etmesine “Ona iman vacip, keyfiyeti meçhul, sormak ise bidattir” buyuruyor. Ve soran kişiye de “sapık olduğunu” ima ediyor. Bu yaptığı hareketle, Allah'a mekân isnad eden Selefilik gibi sapık fırkaları da deşifre etmiş oluyor!

CAFER-İ SÂDIK (rahimehullah) Şöyle Buyurur;

“Allahü Teâla’nın bir şey üzerinde olduğunu, yahud bir şeyden olduğunu söyleyen kâfirdir. Çünkü bir şey üzerinde olsaydı, o şey onu kaldırırdı. Eğer bir şeyde olsaydı, onda belirmiş olurdu. Bir şeyden olsaydı, sonradan olma olurdu. Allahü Teâla bunların hepsinden münezehhtir. (Muhammed Rebhâmi)

İMAM FAHREDDİN-İ RÂZİ’NİN AKİDESİ (rahmetullahi aleyh):

“...innallâhe le ganiyyun anil âlemîn - Şüphesiz Allah, âlemlere muhtaç değildir." (Ankebut 6)

“Bu ayet, Allah’ın bir mekânda olmadığına, özellikle Arş üzerinde bir mekân tutmadığına delalet eder. Çünkü Arşı da "âlemler"dendir. Allah ise, âlemlerden müstağnidir. Mekândan müstağni olanın bir mekâna girmesi mümkün değildir. Çünkü bir mekâna girene başlı başına, "Burada, orada..." diye işaret edilebilir. Kendisi için, "Burada" veya "Orada" denilebilenin, burada veya orada olmaması imkânsız olur. Aksi halde akıl bir mekânda olmayan cismin, idrak edilebileceğini mümkün görür. Hâlbuki bu imkânsızdır.” (Tefsir-ül Kebir)

İMAM-I GAZALİ'NİN AKİDESİ (rahmetullahi aleyh):

“Allahü teâlâ mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti” demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir. Bu sapıklıklarına da (Selefin yolu) diyerek selef-i salihine, (Eshaba ve Tabiine) iftira ediyorlar. Yedullah’taki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela, (Falanca şehir, filanca valinin elinde) denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle te’vil edilir.” (İlcam-ül Avam)

Gazali, bir başka eserinde de konuyu şöyle detaylandırır:

“Şunu bil ki, bir kimse, “Allah, arşa istiva etti” âyetindeki istivayı, kelimenin zahirî mânasına göre yorumlarsa, Allahu Teâlâ'yı cisme benzetmiş olur; çünkü istiva, bir şeyin üzerine yükselmek ve yerleşmek mânasındadır. Bunda şek ve şüpheye düşse, yine Allahu Teâlâ'yı cisme benzetme düşüncesinde olur. (A'râf 54; Yûnus 3)

Eğer, Allahu Teâlâ'nın kesin olarak arşa yerleşmesinin imkânsız olduğunu, bunun başka bir mânada olduğunu söylerse, zahirî mânayı yorumlamış olur. Hak üzere gidenlerin itikadı budur. Âyet ve hadislerde geçen Allahu Teâlâ'nın nüzulü/inmesi de böyledir. Nüzul, zahirî mânasına göre alınırsa, yine Allahu Teâlâ'yı cisimlere benzetme olur; çünkü nüzul, kelime olarak hareket etmek ve bir yerden bir yere intikal etmektir. Eğer böyle bir durumun Allahu Teâlâ için mümkün olmadığı söylenirse, nüzul kelimesi Allahu Teâlâ'ya uygun mânada tevil edilmiş ve yorumlanmış olur. Hak yolda gidenlerin görüşü budur.

Bil ki, sakıncalı bir inanca düşme korkusu ile müteşâbih (mânası kapalı ve gizli) âyetleri, uygun şekilde tevil edip yorumlamaktan yüz çevirmek, kişiyi, şüpheye, bozuk görüşlere, avam halkın ayağının kaymasına, dinin temelleri hakkında şüphelere ve yüce Allah'ın kitabındaki bazı âyetleri tehlikeli düşüncelere arzetmeye sebep olur. Bütün hamdler sadece yüce Allah'a aittir. Bu anlattığımız doğru ve sahih itikad, kalbi selim hale gelen kimselere aittir. Onların kalbi, bid'atlardan (bâtıl düşünce ve haram işlerden), şeytanın vesveselerinden ve nefsin kötü arzularından temizlenmiş; takva ile süslenmiş, hidayet nuru ile desteklenmiş, vera' ile (şüpheli şeylerden çekinerek) terbiye olup saflaşmış ve zikir ile kuvvetlenmiştir. Allahu Teâlâ en iyisini bilir.” (Ravdatü't-Tâlibîn ve Umde-tü's-Sâlikîn - Hak Yolunun Esasları)

İMAM BEYHAKİ’NİN AKİDESİ (rahimehullah):

“Kişinin en azından bilmesi gereken şey; Allah u Teâlâ’nın istivası normal bir istiva gibi kıvrılmak, bir mekânda istikrar etmek (bulunmak) veya yarattığı herhangi bir şeye değmesi falan değildir! Bilakis, kendisinden haber verdiği gibi KEYFİYETSİZ bir şekilde Arş’a istiva etmiştir. ‘Eyne’siz, ‘Keyfe’siz (Nerededir’siz ve Nasıldır’sız). Bütün mahlûkatlarından ayrıdır.

O’nun ityanı (gelmesi) bir mekândan başka bir mekâna gelmek değildir. Allah'u Teâlâ’nın mecîi (gelmesi) hareket etmek demek değildir. Nüzulü, nakil etmek demek değildir. Nefsuhu, cisim demek değildir. Vechuhu, yüzü-sureti demek değildir. Yeduhu, aza demek değildir. Aynuhu, gözü-gözbebeği demek değildir. Muhakkak ki bunlar tevkifi olarak gelen sıfatlardır ve biz de bunu söyleriz (kabul ederiz), ancak bu sıfatlardan keyfiyeti nefyederiz. Allah'u Teâlâ: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur" ve "Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir" ve "O’nun ismiyle isimlendirilen birisini biliyor musun?" buyurdu.” (Beyhaki, El-İtikad ve’l Hidaye / 1.cild / 117. sayfa)

***

Not: Kur’an ve hadiste geçen Allah hakkında ki müteşabih ifadeler hususunda Ehl-i sünnet âlimleri, mütekaddimin (öncekiler) ve müteahhirin (sonrakiler) şeklinde iki ana ekole ayrılmışlardır. Mütekaddimin âlimleri, daha ziyade selef-i salihin diye bilinen ilk üç asır âlimleridir ki bunlar sahabeler, tabiin ve tebe-i tabiinlerdir.

Bu ekolün temel fikri, müteşabih ayetlerin te'vil ve tabir edilmeden iman edilmesidir. Yani ayet ve hadislerde geçen ifadelere teşbih ve tecsime kaçmadan aynı ile iman etmek ve bu ifadeler üstünde fazla kafa yormamak, bu ekolün temel yaklaşımıdır. Bu ekol, itikadi sahada nakilci, ameli konularda reycidirler. Yani imana dair konularda asla te'vil ve tabire geçit vermezlerken, ameli konularda alabildiğine te'vil, tabir ve içtihattan yanadırlar.

Müteahhirin uleması ise, bu ekol İmam Eş’ari ve İmam Maturidi ile başlar ve günümüze kadar gelir. İtikadi alanda reyci yani te'vil ve tabir taraftarı, ameli alanda ise selef-i salihini taklit ederler. Bu ekolün, itikadi alanda müteşabih ayetleri te'vil etmelerinin haklı gerekçeleri vardır. Bunlardan en önemlileri, Yunan felsefesinin İslam âleminde ciddi tahribatlar vermesine set çekmek ve Kur’an içinde ki müteşabih ifadeleri kullanarak avam insanlarda fitneye sebebiyet vermek isteyen teşbih ve tecsim fırkalarının önüne geçmektir. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı, tevil ve tabire izin verilmiştir. Selef-i Salihin dönemlerinde böyle içtimai yaralar ve sakıncalar olmadığı için, tevil ve tabire ihtiyaç ve gerekçe de hissedilmemiştir. Zaten her iki ekol de hak ve sadık ekollerdir.      

İlgili Videolar: